27 Ekim 2009

Olmayacak diye kavga ettiklerin

Sen de gidiyorsun demek
Unutuyorsun ağır ağır
Unutursun dediğimde
Unutmam diye kavga ettiklerini

Sen de dayanamadın demek
Hayat oldu bahanen senin de
Gerçek olmayan gerçekler
Götürüyor demek seni de

Sen de bıraktın eski bir kitap arasında gülleri
Tozlu eski silik bir kitabı sandığa kaldırır gibi
Sen de gidiyorsun demek
Gitmem dediğin yerlere

Yüreğin kaldırmadı demek
- Özlemeyi -
Oysa ben hep taşımak için çıkmıştım yola
Son sevdiğimi

Şimdi sen dedin ya “uzaklaştım galiba”
Ben çoktan el sallamıştım ardından
Gitme demiştim
Sen gittikçe ben küçülürüm uzakta

Çok uzakta kaldım şimdi
Arkana dönüp baktığında dahi nokta kadar
Bari unutma diyecem ama
Sen gitmem de demiştin
Unutursun da günü saati gelince

Bu kez su dökmüyorsam ardından
Bildiğimdendir dönüşün olmayacağını
Su gibi git su gibi dön derler ya hani
Sen yine de su gibi git
Dönemeyecek olsan bile

Bu sefer yüreğinde beyninde yürüyorsun benden uzağa
Ve ben bu sefer biliyorum
Bir kez uzaklaştımı insan sevdiğim dediğinden
Ümit beslenmez ardından
Çünkü dönmez uzaklaşmam dedikten sonra giden
Çünkü taşımaz yüreğinde dönebilecek bir sevgili
Çünkü bir daha asla yaşamaz ona gitmem diye yalan söyleten sevgiyi
- En azından eskisi gibi -

Tamer TULGAR - Girne 2009

27 Eylül 2009

SONSUZ SENSİZLİK

Kollarımda tuhaf bir sızı ile sarıldım boşluğuna
Bir elim saçlarınmış gibi taradı sensizliği tel tel
Derin bir nefes gibi çektim içime kokun yerine yılların özlemini
İçim yandı...yüreğim titredi...sanki senmişsin gibi öperken hayalini

Dün yine arşınladım yolları...adım adım saydım dakikaları
Yolunu gözlerken gözlerimi diktiğim bitmek bilmez yol kısaldı sanki
Geçmek bilmeyen dakikalar biti verdi bir anda
Çoktan varmıştım yıllar boyu korktuğum yalnızlığa

Göğsümde tuhaf bir boşlukla sarıldım yalnızlığa
Sensizliği dolduracak kadar büyük tek duyguya
Yağmur yağdı buse buse yanaklarıma
Dudakların değmiş gibi silmedim damlaları

Damla damla
Nefes nefes
Dün yine seviştim yalnızlıkla
Senden kalan son yağmurun altında

Tamer TULGAR
Mağusa - 2009

25 Eylül 2009

EV BÜYÜDÜ

Sen gittin ev büyüdü sanki
İki adımlık koridor metrelerce uzadı sen yokken
Git git bitmiyor sanki salonla mutfak arası
Sanki yatak odası ev kadar oldu da.....ısınmıyor sensiz
Bu ev bolardı sanki

O kadar büyüdü ki ev
İçinde kayboluyorum sensiz
Sen çıkınca o kadar boşaldı ki
Büyüdü sanki sensiz

Duvarlar soldu git gide
Mumlar sanki yanmak istemezmişcesine cılız
Sanki sen giderken içerdeki havayı da aldın da
Mumlar dahi yanamıyor sensiz

Evet evet
Sen gidince ev de benim gibi boş kaldı
Sensizliği sığamayacak kadar
Ev büyüdü sensiz

Tamer TULGAR
Mağusa-2005

TRANSPARAN

tablo gibiydi yaşanan
olması gereken herşeyin çizildiği
küçük bir bulut
sakin bir nehir
ve nehrin aktığı azgın deniz
denizde yürek boyu şampanya dalgalar
mavinin her tonu
yeşilin en murat hali

ama guneş yoktu

hep sarı istedim senden
altin renkli bir güneş için…
-- Ümit Sarisi --

sonra turuncu bekledim en azından
gün batımı kadar koyu ama yine de güneş olsun diye
sarının en hüzünlü hali turuncu ama guneş olsun yine de
sonra kırmızıya razı geldim gece olmadan son ışığı yakalarım ümidiyle

ve sonra sen geldin
koca bir kutu siyahla
geceyi çizmek icin tuale
önce kararttım tonları
yetmez dedin
ve biraz daha
yüreğim razı gelmedi zifiri karanlığa
sen yapamıyorsan ben tamamlayım dedin
koca bir fırçayla ışıksız aysız yıldızsız bir gece çizdin

şimdi tual simsiyah
sevdiğin gibi zifiri karanlık
koca tablo tek renk artık
-- SENSİZLİK KARASI --

sen bitirdin ama imza bana kaldı
iki damla gözyaşi ile
-- YAKUT KIRMIZISI --

Tamer TULGAR
Mağusa-2005

29 Ekim 2008

Merhaba...

Merhabalar,

Eski bir dostun yazdıklarımı, gördüklerimi paylaşma telkinleri üzerine artık ben de bir blog sahibi olayım dedim kendimce.

Bu blogda kendimce, acemice, sadece duyguları, yaşananları, kendime ait insan hallerini, kısaca ürettiklerimi, zaman zaman, kimi zaman sıkça, kimi zaman daraldıkça etrafımdaki dünya ile paylaşmaya çalışacağım.

Umarım kendimden diğerlerine ve diğerlerinden kendime farklı bakış açıları, farklı yorumlar, farklı hayatlar aktarabilirim...

Adettendir, belirtmek lazım... Bu blogda yer alan ve benim kalemimden çıkan görüşler, fikirler, fotoğraflar, yazılar vs. sadece benim şahsi görüşlerimdir. Hiçbir topluluğa, hiçbir kuruma ait değildir. Özetle bu blogda yer alan yazı ve görüşler sadece beni temsil etmektedir.

Okuyan, bakan, gören, zaman ayıran herkese şimdiden teşekkürler...

Yalnızlık

Yalnızlık...yaşam ve ölüm arasındaki kadar ince bir çizgi... arzulanan ve korkulan arasındaki kadar...Arzulanandan korkmak kadar kaotik...Yalnızlığı arzulayacak kadar yorgun ama aynı zamanda yalnızlıktan korkacak kadar yalnızlığa aşina ve hatta alışık...Kalabalığın tam ortasında gürültünün heryerde ve her şekilde olduğu anlarda bile iç sesini duyabilecek kadar dalgın ve soyut...beyninin içindeki bir aynada insana kendi simasını gösterecek ve şaşırtacak kadar ve hatta o insafsız aynadaki yansımayı anılardaki nadir yüz ifadesiyle kıyaslatacak kadar gaddar...Benliğinin içinde dipsiz ve de geniş bir kuyunun tam ortasında sakladığın...iş, arkadaş, çevre veya aşk için takınılan mecburi yüz ifadelerini çıkardığın zaman geriye kalan...yalnızlık...bazen nefret edilen ama kimi zaman da özlenen...aşk gibi yani...dostluk gibi yani...aile – dost – aşk – yalnızlık...bu kadar benzeştikleri için mi en katlanılası olanlar bunlar...bu kadar benzeştikleri için mi yaşamın ve hatta mutluluğun kısa tanımı olanlar onlar...yoksa kıskanç yalnızlığın bile özveri ile anlayış gösterebildiği ve benlikteki yerini paylaşmaya razı gelebildiği oldukları için mi aile – dost – aşk vazgeçilmez olanlar...

Yaşam içinde yalnızlığın tadını çıkarabilmek mi olgunluk yoksa yalnızlığın tadını çıkarabilecek bir yaşamı kurabilmek mi...

İnsanın adına ruh dediği ve göğüs kafesinin içindeki o anlamsız boşluk hissi mi aslında yalnızlık...bu yüzden mi insanın her anında yanında olan tek duygu...aslında yalnızlık denen insanın ruhu mu?...Ruh kadar Tanrı’sal olduğu için mi bu kadar tanımsız veya sonsuz tanıma sahip olan tek duygu...

Yalnızlık...sorguladıkça artan ve her gidişin ardından hep arda kalan...

Yalnızlık içimizdeki sonsuzluk...

Hayatın En Cesur Zamanları

Bir şekilde tozlu yollarda dizlerimizi kanatmadan yürümeye çalışıyoruz hep. Üstümüz başımız kirlenecek diye korkarak yürümenin eğitimini alıyoruz çoğu zaman. Düşmekten ve sonrasında kalkıp hiçbişey olmamış gibi yürümeye devam etmekten korkuyoruz büyüdükçe. İşte bence hayatın en büyük tezatlarından biri bu...

Büyüdükçe daha çok yürünecek tozlu yol ve bizi hemen her adımda yere düşürecek çok daha fazla engel çıkıyor karşımıza. O fütursuz çocuk cesaretimize en çok ihtiyacımız olan zaman bu yolları yürüdüğümüz zamanken, biz yitiriyoruz o güzel ve saf çocukluğumuzu. Yaralanmaktan korkmayan, kirlenmekten çekinmeyen, düştüğü zaman iki damla gözyaşı döküp sonra ayağa kalkıp hiçbişey olmamış gibi oyuna devam eden çocuğu gömüyoruz geçmişe ve sahte deneyimlerimizi esas alarak yola devam ediyoruz, daha doğrusu devam etmeye çalışıyoruz. Oysa ki düşe kalka öğrenmemiş miyidik yürümeyi...Kirlenerek keşfetmemiş miydik hayatın ne olduğunu. Ne oldu da unuttuk ilerlemenin ve gelişmenin temel kuralını. Her düşüşün ardından ayağa kalkabilmenin, ilerlemenin tek yolu olduğunu ne kadar kolay sildik dağarcığımızdan. Ne zaman korkar olduk kirlenmekten ve üstümüzü başımızı batırmaktan.

Cevap...Yalnız kaldığımız anda kırıldı cesaretimiz...Düşmemize aldırmayacak arkadaşlar yok olunca etrafımızdan, korkmaya başladık...Yerde kalıp ağlarken elimizden tutup kaldıran minik elli ve koca yürekli dostlar tükenince vazgeçtik çocuk olmaktan. Yalnız kalınca büyüdük hepimiz. En büyük özlemimiz her zaman o minik eller oldu. Bir türlü anımsayamadık veya hayat tecrübesi saymadık düştüğümüz yerden yalnız başımıza kalkıp da toza batmış olsak dahi yola devam etmeyi. Hayatın bir noktasında yaralı dizlerimizin acısı engel oldu yeniden yola başlamaya. Unutuverdik biryerlerde o dizlerin eninde sonunda kabuk bağlayacağını ve artık acımayacağını. Daha önemlisi unutuverdik yolda yürürken aldığımız yaraların yola devam etmeye engel olmadığını. Belki de eve gelip yaramızı temizleyecek ve bize “Yaranı kaşıma” diye kızacak kadar değer veren insanları özler olduğumuzdan, korkar olduk yürüdüğümüz yolun hediyesi yaralardan.

Ayağa kalkmanın asaletini öğrenenler de oldu. Yola her ne olursa olsun devam etmeyi becerenler de. Ama yoruldu onlar da... Minik elli, koca yürekli, her düşüşte gülerek kaldıran veya elinde oksijenli su ile peşinde koşan şefkatli yüreklerden yoksun yola devam etmekten yorgun düşerek de olsa yola devam edenler oldu elbette. Yalnızlığı öğrenenler, Özdemir Asaf’ı da öğrendiler. “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” diyen şairi okuyarak alıştılar yalnızlıklarına. Yalnızlık üzerine şiirler yazarak paylaştılar paylaşılamaz yalnızlıklarını.

İkiye ayrıldı eskiden minik elli insanlar. Bir kısmı yüreklerini büyütüp ellerini küçük bıraktılar düşünce eskisi gibi kaldırabilmek için “oyun arkadaşlarını”. Bir kısmı ise ellerini büyütüp yüreklerini küçülttüler, düşen kimseyi etraflarında istemediklerinden. Oysa ki insanlar göz ardı etti hep, en şefkatli dokunan ellerin, yere düştüğünde rende gibi asfalta bastırıp avcunu, yalnız başına ayağa kalkan, yolu yalnız yürümenin anlamını bilen ve nasırlı avcunu karşısındakine uzatabilmek için kendi yolundan geri dönebilen insanlarda olduğunu. Ağarmaya başlamış saçları ile içindeki çocuğu özler oldu elleri nasırlı yorgun insanlar. El ele tutuşup da yola devam etmeyi özledikleri gibi...

Yalnızlığın asaletini de rezaletini de bilirdi halbuki o nasırlı eller. Acımamaya başalamıştı her düşüşte, iyice ağırlaşan yüreği taşıyan ağır cüsseyi yerden kadıran nasırlı eller. Aynen acımadığı gibi tekrar tekrar kabuk bağlamak zorunda kalan çocuk dizlerinin.

Çocuk kalabilmenin ilerlemenin en doğru yolu olduğunu unuttu insanlar. Sildiler belleklerinden, çocukça cesaretin ve çocukça şefkatin yettiğini hayatın zorluklarına. Unuttuk hep beraber düşünce yerden kalkmanın ve kaldırmanın beraber oynayabilmek için şart olduğunu. Yerden kaldırdığımız çocukluk arkadaşlarımıza zorunluluktan değil, arkadaş olduğumuzdan elimizi uzattığımızı unuttuk hep. Sırf bikaç kere tökezledi diye sırtını dönüp gider oldu küçük yürekler. Büyümek koyduk adını umursamamanın ve tahammülsüzlüğün. Eskiden, her çocuk gibi, karşılıksız elini uzatanlar, vermeden almak koydu adını ilgi görmenin.

Erkeklere hatırlatmak “zorunda kaldık”, askeri eğitimlerinde, iki kişilik düşünmeyi, düşeni asla geride bırakmamayı ve gerekirse sırtlayıp taşımayı. Ölmemek için bazen yere yapışıp sürünmek gerektiğini askerde hatırlattık erkeklere. Bırak sürünmeyi bir kenara, yere düşmekten bile utanan erkeklere hatırlatmak zorunda kaldık hayatın düşüp kalkmaktan ibaret olduğunu. Ve yine askerde avaz avaz bağırarak hatırlattık düşünce 4 - 5 saniyede geri kalkmak gerektiğini, askeri düsturlar çerçevesinde. Traji komik örneklerle anlatmaya çalıştık silahın neden yere düşmeyeceğini, kadını örnek vererek. “Silahınızı kimseye emanet etmeyin”, “Silahınızın yere düşmezine izin vermeyin” diye bağırdık hep. Anlamayanı, anlamamakta ısrar edeni “karını bırakıp gidermisin sen” diyerek, “Karının yere düşmesine izin verir misin” diyerek azarladık hep... Aslında anlatmaya çalışarak hayat arkadaşlığını, insanı hayatta tutan öğenin kutsallığını...Yemin ederken emredilen "Silah ve arkadaş tut" cümlesinin anlamını hayata aktaramayan erkekler terhis oldu bir bir vatani görevden....

Erkekler de kadınlar da unuttu büyüdükçe bırakmamayı, dayanmayı, özveriyi, düşeni kaldırmayı, elini uzatabilmeyi, düşene sırtını dönüp yürümemeyi, tahmmülü ve anlayışı.... ve herkes sızlanmaya başladı “çoğaldı boşanmalar” diye. Kadınını düşürmemeyi, ne olursa olsun iyi bakmayı unuttu erkekler ve boşa geçirmiş oldu askerlik yıllarını. Kadınlar unuttu yol arkadaşlığını...Güzel/Yakışıklı olanın değil, elleri nasırlı olanın yolda yürümeyi ve ilerlemeyi bildiğini unuttuk hepimiz...ve ayrılan ayrılana ilişkilerden ibaret oldu hayatlar. Eski sevgililer birikti hayatlarda, beraber yaşlanılan yılların anıları yerine...Artık dünya “saçım bozulur üstüm kirlenir” korkusuyla yere eğilip kaldırmaya çekinen erkekler ve “ya tırnağım kırılırsa” çekincesiyle elini uzatmaktan imtina eden kadınlardan ibaret oldu...

Dönebilmek lazım dizleri yaralı çocuğa...Hatırlayabilmek lazım, toz içinde ve kirli öğrenildiğini tozlu yolların. İçerlerde bir yerlerde yalnız bıraktığımız çocuğu, yani kendimizi, yani gerçek bizi hatırlamak ve hatırlatmak lazım. Minik elli, koca yürekli kalabilmek lazım. Hayatı, yolu ve yoldaşlığı hep hatırlatmak lazım unutanlara....

Başka bir değişle, avuçlardaki nasırlardan ve dizlerdeki yaralardan dolayı yeniden gurur duyabilmeye başlamak lazım...Ağaçtan sırt üstü düşüp de nefessiz kalmanın öğrettiklerini “ağaca tırmanmak tehlikeli” diye değil de “ağaca çıkmayı öğrenmek için düşmeyi göze almalıyım” diye hatırlamak lazım.

Aldatan Kadın

Çok şık ve karşılıklı başlar herşey. Boyalı cümleler dökülür güzel dudaklardan, gözler karşı gözlere çakılı biçimde. İçi güler o gözlerin. Sesin tınısı bile ruhun baştan sona teslimiyetini içerir. Telefon konuşmalarında, erkeğin iltifatları, görülemeyen ama çok net hissedilen bir tebessüm yaratır kızın sesinde. İlgi duyan, ilgi büyüten kadının sesi bile değişir. Yüz ifadesi yansır, gözlerin içinin güldüğü yansır ses tonuna kadının. Kadınsı içgüdüler yalan söylemez çünkü... ve o her kadına ortak içgüdülerdür tüm bunları yaratan... Aldatıldığını anlatan, ilgiyi anlatan, gözleri güldüren işte bu Allah vergisi kadınsı iç güdülerdir hep... Her kadına ortak içgüdüler.... Her kadın ayrı bir hayttır ayrı bir insandır, genellemek yanlış olur elbette ama ortak olan içgüdüler de hep aynı yansır gözlere ve sese...

Aranan, özlenen erkek modelinin işte bu kadınsı içgüdüleri çözmüş, anlayabilen ve bunlara göre davranabilen erkek modeli olduğu iddia edilir hep.. ki bu külliyen yalandır... Kadını anlayan, kadını diğer erkeklerden azacık daha çok tanıyabilmiş erkek sadece fethi zor, ağız sulandıran, fethedilecek çok sağlam bir kaledir aslında.... ve fethedilen her kale gibi gün gelir terk edilir...Kadının zafer gururu ve kendine güveni ile... Zor erkek kuşatılmış, fethedilmiştir...Kadın artık biraz daha fazla biliyordur gücünün sınırlarını.... Kale amacına hizmet etmiştir.... Ve esas zor olan kısım başlar kadın için tam da bu noktada.... Uğruna savaşılmış, binbir zorluklara direnilmiş ve fethedilmiş bu kaleyi, çevresindekilerin “maymun iştahlı”, “kişiliksiz”, “aktris” gibi ithamlarına maruz kalmadan, haklı nedenlerle ve içinin huzurunu tam tutarak nasıl bırakıp gidecektir... Kadın olmanın bir kuralı da her zaman haklı çıkmaktır sonuçta...

İlk olarak en klasik yol seçilir hep.... Bir zamanların en anlayışlı erkeğini anlayışsızlıkla suçlamak.... Çok da kolaydır aslında bunu yapmak.... Kadın hemen sebepsiz bir mesafe alır ve adım adım mesafeyi artırır... Herşeyden habersiz erkek eninde sonunda “neyin var” diyecektir... İşte bu büyülü soruyu duyduğu anda kadın bağırmaya hatta sinir nöbetleri geçirmeye başlar... “O kadar derdimin içinde nedenbana bunu yapıyorsun” gibi bir cümleyle erkeğe ilk tokatı atar.... Erkek şaşkındır... bir zamanlar bunu sorduğu için, kadının iç dünyasını sezinleyebildiği için değerli olmamışmıdır o kadın için.....Tabii ki bunu ilk kez veya ikinci kez yaşayan erkek hemen geri çekilir.... Kaybetme korkusu vardır çünkü....İyi niyetle “Hmmm...bu aralar kafası çok dolu... sadece yanında olduğumu hissetsin yeter” der kendi kendine ve nafile bir bekleyiş başlar....Kötü günler geçecektir sonuçta.... En fazla birkaç ay sonra kendi kendine ilk dersi çıkarmıştır bile....

Bunları biraz daha yaşamış, biraz daha tecrübeli erkek modeli ise geri adım atmaz çünkü oyunun farkındadır.... Hiçbişey olmamış gibi, hiçbir problem yokmuş gibi davranmaya devam eder... Kadın hemen ikinci adımı atar.... Eskiden bir yere giderken veya gününü anlatırken isimler kullanan, isimler veren kadın birdenbire “bir arkadaş”, “arkadaşlar” gibi genel kelimeler kullanmaya başlar.... Eninde sonunda bu erkeğin dikkatini çekecek ve bu konudan duyduğu rahatsızlığı dile getirecektir sonuçta.... Ve beklenen olur....Klasik tepki “bu kıskançlığın yetti artık” olur...Halbuki daha birkaç gün öncesine kadar isimler verdiği yüzüne vurulunca da reddeder...”yooo ben hep böyle konuşuyordum” der ve çok başka bir konuda kavga çıkararak erkeği konudan hemen uzaklaştırır....Tecrübesiz erkek bundan bile suçluluk duyabilir...ama tecrübeli erkek sokak lisanı ile resmen “yemez”...... O kavga hiç yaşanmamış gibi davranmaya devam eder......

Bu da olmamıştır...kadın savşlara alışık, duvarları defalarca topa tutulmuş kaleyi bir türlü içerden yıkamıyordur.....Hemen üçüncü ve son adım gelir....telefon konuşmalarında birden bire ses soğur...o an konuşuyor olmanın memnuniyetsizliği yansır hemen ses tonuna....Hatırlayalım, “ortak kadınsı içgüdü”.... Akşam konusu açılacaktır tabii ki bunun... Bahane de ortaktır....”Yanımda müdürüm vardı”, “Annemin yanında nasıl sıcak konuşmamı beklersin”, “Arkadaşlarla önemli bir konu konuşuyorduk”......Oysa ki daha birkaç hafta önce o arkadaşların yanında neler neler ne cıvıltılarla konuşulmamışmıdır....Hatta arkadaşların isimleri bile vardı o zamanlar....Peki ne olmuştur da bu arkadaşlar aniden isimsiz kalmıştır....ne olmuştur da isimsizlerin yanında ses tonu değişiyordur....ve daha önemlisi acaba bu arkadaşlar, müdür ve anne aynı kişimidir.... Tabii bu tavrın beraberinde bir de telefonlar seyrekleşir yoğunluk bahanesi ile...Sanki 1440 dakikalık günün içinde 3 - 5 dakika bulunamayacaktır...Sanki aynı kadın değildir o çok yoğun günlerin 10 – 15 dakikasını telefonda geçirerek dinlendiğini söyleyen......Tecrübesiz erkek bu noktada kaybeder işte.... tüm bunlar suç olarak, sıkıntı olarak önüne konur ve “tüm bunlar beni sıktı ve soğuttu” cümlesi ile finali yaşar....

Tecrübeli olanlar ise gayet iyi biliyordur, müdürü dee anneyi dee arkadaşları da.... Ya gidip basıp dağıtacaktır ya da daha akıllı davranıp, bildiğini ve kadına oyununun sonunun gelmeyeceğini, bu yolla kaleyi bırakıp gidemeyeceğini hissettirecektir....açıkça yüzüne vumayacaktır ama çünkü bunu yaşayan kadınımız mutlaka "beni terk ediyorsun demek" suçlaması ile kısa yoldan amacına ulaşacaktır.....ve artık çaresiz tek yol kalmıştır kadınımız için..... Açıkça, dürüstçe ve hatta özür dileyerek sırtını dönüp yürümek.... Ya böyle bir adamı tamamen kaybetmemek için, ya da, belki de rakibinin ustalığına duyulan saygıdan “Dost kalamazmıyız” der kadın, bir diğer klişe, klasik bir cümle kullanarak... Cevap da klasiktir... “Dost olsaydık bu konuşmayı 2 3 ay önce yapardık”....

Oysa ki ne kadar basittir başladığı gibi dürüstçe bitirmek...ne kadar yalın, sade ve gerçekçidir...ne kadar insancadır açıkca konuşmak.... Ne kadar güzel olabilir oyunsuz, temiz, dürüstçe ayrılabilmek...Ayrılığı bile en temiz hali ile yaşayabilmek.....

-------- * ---------

İşte böyle dostlar... Yıllar önce bunlar dökülmüş kalemimden...düzeltme yapmadan olduğu gibi.... Sürç-i Lisan etmişssem affola... Her kadının ayrı bir kişiliği olduğunu tekrar vurgulayarak ama yine de bazı ortak davranışların da tesadüf olamaycak kadar çok karşımıza çıktığını vurgulayarak ve tüm bunların yanında tüm erkeklerin de oyunlardan uzak ve kayıtsız temiz ve dürüst olamadıklarını da belirterek konuyu noktalıyorum....Kendi adıma, hayatıma giren tüm kadınlara, öncelikle bir zamanlar kendilerini, ruhlarını ve hayatlarını benimle paylaşarak onurlandırdıkları için teşekkürler... ve son olarak tabii ki tecrübesizlikten tecrübeliliğe taşıyarak topa tutulmuş duvarların yeniden ve daha sağlam inşaasında rol aldıkları için teşekkürler.... Onlar olmasa bu satırlar olmazdı....

İlkel Bir Dünya

Anlayış, saygı, bir insanı olduğu gibi sevebilmek. İlgi gördüğü sürece değil, her şart altında sevebilmek. Olduğu gibi…hatasıyla, günahıyla, eksikleriyle bir insanı yaşayabilmek…

Dünya tuhaflaştı yıllarla beraber. Zamanın gerisinde kalmış insanlara, bazı değerleri korumak adına direnen insanlara, yorgun insanlara düşman sanki zaman.Dünya değişti artık. Gelişti. Gelişimin adı, vermeden almak, vefasızlık, duyarsızlık ve hatta sadakatsizlik oldu sanki… Kadınlar “gelişti”, erkekler “gelişti” ve en önemlisi ilişkiler “GELİŞTİ”…

Bu “gelişimin” içinde beklentiler de değişti. Artık herkes birbirinden her konuda anlayış bekliyor. Karşısındakini anlamadan karşılıksız anlayış. Sadakatsizliğe bile anlayış bekleniyor artık. Bir kere elini kaptıran bir daha benliğini kurtaramıyor bu anlayış dolu anlayışsızlıklardan.

Kadınlar gelişti. Beklentileri ile birlikte. “Sevgi” dileden ayağa düştü. Kaba sözcükler, hassasiyetten uzak sözlü ifadeler makbul artık. “Höt” deyip ağır abi takılan, daha dünyadan nasibini almamış, hayatın çemberinden baba parası ile alınan arabasını sürerek geçtiğini sanan, bir kızı yemeğe götürebilmek için aylarca para biriktirmenin ve o sıkıntının ardından yenilen o yemeğin tadını asla öğrenemeycek ve bu yüzden de sözde sevdiği için nelere katlanabileceğini asla keşfedemeycek “naylon delikanlılar” makbul artık.

Erkekler gelişti. Mertlik, delikanlılık, yiğitlik yürekte değil artık. Gözünün üstünde kaşı var diye, yeni tabirle, “girişmek” belirliyor “delikanlının hasını”. Kendini kontrol edebilmek gibi bir gücün farkında olmayan, kendine saygıdan nasibini alamayan, her “racon” kestiğini zannettiğinde aslında küçüldüğünden hiç büyüyemeyen delikanlı bebekler yeni “adam” ın tarifi.

İlişkiler “gelişti”. “Sadık” kadınların, ilgiye aç kadınların, değer veren kadınların değer verdikleri “adamlar”, “gelişmiş delikanlılar” artık.

Bir de gelişemeyenler var. Ağzının payını her seferinde layıkı ile gelişmiş kadın ve erkeklerden alan insanlar. Verdikleri değerin, değer verdikleri insanların kimlere prim verdiğini görerek her geçen gün daha da “gelişmişlikten” ağzının payını alan insanlar.İlişkiler gelişir de dostluklar gelişmez mi… İlkel bir dost bulan şanslı artık. Uğruna can verecek dostlar yok artık. İhtiyaç duyan da yok. Yakın bir arkadaşlık ve dostluğun farkını bilen de yok. Artık klasikleşen ilişki sonu cümlesi “dost kalalım”. İyi de “dost” kalabilmek için “dost” olabilmek gerekmez mi…

Bu aralar çok karşılaştığım bir soru var, neredeyse azacık yakınlaşan herkesin bana sorduğu bir soru… “Nasıl olur da hayatında biri yok?”… veya “Neden yeni bir çevre yaratmıyorsun?”……cevap basit aslında…….“Ben geri kalmış olmayı seviyorum”………Sadakati, delikanlılığı, mertliği seviyorum…..Bir abim yıllar önce bana bir hayat dersi vermişti…aynen şöyle demişti….”Bak koçum, erkeğin merti az da olsa bulunur, ama kadının merti bir kere bulunur. Bulduğun zaman anlarsın…”… Evet, insan olmak için once mert olmak gerek…adam olmak için mert olmak gerek…ağzından söz çıkmadan önce o sözün değişmeyeceğini bilmek gerekir…İşte bu kendini bilmektir....Ve mert “insan” “kendini bilen” insandır.

Bir zamanlar birileri bana cesaretten bahsetmişti… Daha doğrusu bir tartışma sırasında benden cesaretin tanımını istemişti… Kendi duygularını, kendi düşüncelerini kendine itiraf edip, karşısındakine de açıkca ifade edebilenden daha cesuru var mı sizce?.... Tamamen savunmasız, çırılçıplak, apaçık olmaktan daha çok korktukları bişey daha var mı “gelişmiş” insanların. Ve bunu yapabilenden daha cesur bir insan daha var mı?....Bence cesaret bu…. Beraber olduğun insanın yanında çırılçıplak kalabilmek….Duygularını çıplak bırakabilmek, düşüncelerini ve gerçekten kim olduğunu, ne hissettiğini giysisiz, örtüsüz, çırılçıplak bırakabilmek…

İşte benim geri kalmış dünyam böyle….Yaralanmaktan korkmadan açık olunan…düşündüğünü ve hissettiğini dile getirdiğin zaman insanların korkmayıp “herşeye itiraz etme” diye uyarmadığı ve hatta görüşünü dile getirmenin itiraz kabul edilmediği…. Içindeki kadınların gelişmemiş erkekler kadar “mert” olabildiği ve “delikanlı kız” modelinin “dürüst kız” modeline tekabül ettiği… Dost denilen insanların “cesur” olabildiği… ve içindeki tüm insanların çırılçıplak kalacak, savunmasız kalacak kadar tanınmaktan, anlaşılmaktan ve anlamaktan korkmadıkları bir dünya…..İlişkilerin hem şevkat hem de şehveti barındırabildiği ve her ikisinin eşdeğer önemde olduğu bir dünya…

HAYATIN TOZLU YOLLARINDA “YÜRÜMEKTEN” KORKMAYAN VE YOL ARKADAŞLIĞINI YOL BİTENE KADAR SÜRDÜRMEKTEN KORKMAYAN “GELİŞMİŞLİKTEN YORGUN” İNSANLARIN DÜNYASI…..ilkel bir dünya kısaca….

Tüm dostlara kendi ilkel dünyalarını bulmaları dileklerimle….