29 Ekim 2008

Hayatın En Cesur Zamanları

Bir şekilde tozlu yollarda dizlerimizi kanatmadan yürümeye çalışıyoruz hep. Üstümüz başımız kirlenecek diye korkarak yürümenin eğitimini alıyoruz çoğu zaman. Düşmekten ve sonrasında kalkıp hiçbişey olmamış gibi yürümeye devam etmekten korkuyoruz büyüdükçe. İşte bence hayatın en büyük tezatlarından biri bu...

Büyüdükçe daha çok yürünecek tozlu yol ve bizi hemen her adımda yere düşürecek çok daha fazla engel çıkıyor karşımıza. O fütursuz çocuk cesaretimize en çok ihtiyacımız olan zaman bu yolları yürüdüğümüz zamanken, biz yitiriyoruz o güzel ve saf çocukluğumuzu. Yaralanmaktan korkmayan, kirlenmekten çekinmeyen, düştüğü zaman iki damla gözyaşı döküp sonra ayağa kalkıp hiçbişey olmamış gibi oyuna devam eden çocuğu gömüyoruz geçmişe ve sahte deneyimlerimizi esas alarak yola devam ediyoruz, daha doğrusu devam etmeye çalışıyoruz. Oysa ki düşe kalka öğrenmemiş miyidik yürümeyi...Kirlenerek keşfetmemiş miydik hayatın ne olduğunu. Ne oldu da unuttuk ilerlemenin ve gelişmenin temel kuralını. Her düşüşün ardından ayağa kalkabilmenin, ilerlemenin tek yolu olduğunu ne kadar kolay sildik dağarcığımızdan. Ne zaman korkar olduk kirlenmekten ve üstümüzü başımızı batırmaktan.

Cevap...Yalnız kaldığımız anda kırıldı cesaretimiz...Düşmemize aldırmayacak arkadaşlar yok olunca etrafımızdan, korkmaya başladık...Yerde kalıp ağlarken elimizden tutup kaldıran minik elli ve koca yürekli dostlar tükenince vazgeçtik çocuk olmaktan. Yalnız kalınca büyüdük hepimiz. En büyük özlemimiz her zaman o minik eller oldu. Bir türlü anımsayamadık veya hayat tecrübesi saymadık düştüğümüz yerden yalnız başımıza kalkıp da toza batmış olsak dahi yola devam etmeyi. Hayatın bir noktasında yaralı dizlerimizin acısı engel oldu yeniden yola başlamaya. Unutuverdik biryerlerde o dizlerin eninde sonunda kabuk bağlayacağını ve artık acımayacağını. Daha önemlisi unutuverdik yolda yürürken aldığımız yaraların yola devam etmeye engel olmadığını. Belki de eve gelip yaramızı temizleyecek ve bize “Yaranı kaşıma” diye kızacak kadar değer veren insanları özler olduğumuzdan, korkar olduk yürüdüğümüz yolun hediyesi yaralardan.

Ayağa kalkmanın asaletini öğrenenler de oldu. Yola her ne olursa olsun devam etmeyi becerenler de. Ama yoruldu onlar da... Minik elli, koca yürekli, her düşüşte gülerek kaldıran veya elinde oksijenli su ile peşinde koşan şefkatli yüreklerden yoksun yola devam etmekten yorgun düşerek de olsa yola devam edenler oldu elbette. Yalnızlığı öğrenenler, Özdemir Asaf’ı da öğrendiler. “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” diyen şairi okuyarak alıştılar yalnızlıklarına. Yalnızlık üzerine şiirler yazarak paylaştılar paylaşılamaz yalnızlıklarını.

İkiye ayrıldı eskiden minik elli insanlar. Bir kısmı yüreklerini büyütüp ellerini küçük bıraktılar düşünce eskisi gibi kaldırabilmek için “oyun arkadaşlarını”. Bir kısmı ise ellerini büyütüp yüreklerini küçülttüler, düşen kimseyi etraflarında istemediklerinden. Oysa ki insanlar göz ardı etti hep, en şefkatli dokunan ellerin, yere düştüğünde rende gibi asfalta bastırıp avcunu, yalnız başına ayağa kalkan, yolu yalnız yürümenin anlamını bilen ve nasırlı avcunu karşısındakine uzatabilmek için kendi yolundan geri dönebilen insanlarda olduğunu. Ağarmaya başlamış saçları ile içindeki çocuğu özler oldu elleri nasırlı yorgun insanlar. El ele tutuşup da yola devam etmeyi özledikleri gibi...

Yalnızlığın asaletini de rezaletini de bilirdi halbuki o nasırlı eller. Acımamaya başalamıştı her düşüşte, iyice ağırlaşan yüreği taşıyan ağır cüsseyi yerden kadıran nasırlı eller. Aynen acımadığı gibi tekrar tekrar kabuk bağlamak zorunda kalan çocuk dizlerinin.

Çocuk kalabilmenin ilerlemenin en doğru yolu olduğunu unuttu insanlar. Sildiler belleklerinden, çocukça cesaretin ve çocukça şefkatin yettiğini hayatın zorluklarına. Unuttuk hep beraber düşünce yerden kalkmanın ve kaldırmanın beraber oynayabilmek için şart olduğunu. Yerden kaldırdığımız çocukluk arkadaşlarımıza zorunluluktan değil, arkadaş olduğumuzdan elimizi uzattığımızı unuttuk hep. Sırf bikaç kere tökezledi diye sırtını dönüp gider oldu küçük yürekler. Büyümek koyduk adını umursamamanın ve tahammülsüzlüğün. Eskiden, her çocuk gibi, karşılıksız elini uzatanlar, vermeden almak koydu adını ilgi görmenin.

Erkeklere hatırlatmak “zorunda kaldık”, askeri eğitimlerinde, iki kişilik düşünmeyi, düşeni asla geride bırakmamayı ve gerekirse sırtlayıp taşımayı. Ölmemek için bazen yere yapışıp sürünmek gerektiğini askerde hatırlattık erkeklere. Bırak sürünmeyi bir kenara, yere düşmekten bile utanan erkeklere hatırlatmak zorunda kaldık hayatın düşüp kalkmaktan ibaret olduğunu. Ve yine askerde avaz avaz bağırarak hatırlattık düşünce 4 - 5 saniyede geri kalkmak gerektiğini, askeri düsturlar çerçevesinde. Traji komik örneklerle anlatmaya çalıştık silahın neden yere düşmeyeceğini, kadını örnek vererek. “Silahınızı kimseye emanet etmeyin”, “Silahınızın yere düşmezine izin vermeyin” diye bağırdık hep. Anlamayanı, anlamamakta ısrar edeni “karını bırakıp gidermisin sen” diyerek, “Karının yere düşmesine izin verir misin” diyerek azarladık hep... Aslında anlatmaya çalışarak hayat arkadaşlığını, insanı hayatta tutan öğenin kutsallığını...Yemin ederken emredilen "Silah ve arkadaş tut" cümlesinin anlamını hayata aktaramayan erkekler terhis oldu bir bir vatani görevden....

Erkekler de kadınlar da unuttu büyüdükçe bırakmamayı, dayanmayı, özveriyi, düşeni kaldırmayı, elini uzatabilmeyi, düşene sırtını dönüp yürümemeyi, tahmmülü ve anlayışı.... ve herkes sızlanmaya başladı “çoğaldı boşanmalar” diye. Kadınını düşürmemeyi, ne olursa olsun iyi bakmayı unuttu erkekler ve boşa geçirmiş oldu askerlik yıllarını. Kadınlar unuttu yol arkadaşlığını...Güzel/Yakışıklı olanın değil, elleri nasırlı olanın yolda yürümeyi ve ilerlemeyi bildiğini unuttuk hepimiz...ve ayrılan ayrılana ilişkilerden ibaret oldu hayatlar. Eski sevgililer birikti hayatlarda, beraber yaşlanılan yılların anıları yerine...Artık dünya “saçım bozulur üstüm kirlenir” korkusuyla yere eğilip kaldırmaya çekinen erkekler ve “ya tırnağım kırılırsa” çekincesiyle elini uzatmaktan imtina eden kadınlardan ibaret oldu...

Dönebilmek lazım dizleri yaralı çocuğa...Hatırlayabilmek lazım, toz içinde ve kirli öğrenildiğini tozlu yolların. İçerlerde bir yerlerde yalnız bıraktığımız çocuğu, yani kendimizi, yani gerçek bizi hatırlamak ve hatırlatmak lazım. Minik elli, koca yürekli kalabilmek lazım. Hayatı, yolu ve yoldaşlığı hep hatırlatmak lazım unutanlara....

Başka bir değişle, avuçlardaki nasırlardan ve dizlerdeki yaralardan dolayı yeniden gurur duyabilmeye başlamak lazım...Ağaçtan sırt üstü düşüp de nefessiz kalmanın öğrettiklerini “ağaca tırmanmak tehlikeli” diye değil de “ağaca çıkmayı öğrenmek için düşmeyi göze almalıyım” diye hatırlamak lazım.

1 yorum:

  1. Yazılarınızı okudum ve yürekten söylüyorum kaleminizi takdir ettim.Akıcı ve açık bir dil, aynı zamanda kelimelerle oynamayı da seviyorsunuz.

    Kaleminizin daim olmasını diliyorum..

    YanıtlaSil